21.10.2011


Bazen... Böyle başlamayı çok seviyorum yazılarıma. Duruyorum ve düşünüyorum, sonra elime kalemi ya da klavyeyi aldığımda ilk kelimem bazen oluyor. Çok monoton bir insan gibi hissediyorum kendimi. Dışarıdan baktığında öyleyim de aslında. Üniversite 3. sınıfa kadar hep aynı "tip" adamlara aşık oldum. Arkadaş çevrem hep aynıydı. Yediğim yemekler, seçtiğim yemekler, gittiğim yerler, içtiğim içki bile hep aynıydı. Düzenli olarak çalıştığım ilk yerde, 6 yıl çalıştım falan filan... Ama sonra içeriden bakmayı öğrendim. Her "tip"ten arkadaşım vardı aslında. Faşist, komünist, anarşist, homofobik, gay, maço, özgürlükçü, uyuşturucu kullanan, uyuşturucu karşıtı, biseksüel, aseksüel, lise mezunu, doktora öğrencisi, çalışan, hiç çalışmamış... Of liste çok uzuyor, sıkıldım. Dünyanın en dürüst adamıyla da birlikte oldum, tanıdığım en yalancı adamla da... Komik olansa ikisine de aşıktım. Üstelik daha komiği dürüst olana çocukken aşıktım, yalancı olana büyüdükçe aşık oldum. Şimdi durup bakıyorum. Bazen dürüst oldum, bazen yalancı. Ama hiç bi zaman hep yalan söyleyen ya da hep dürüst olan kadın değildim. Ne faşisttim ne anarşist, ne homofobiktim ne de lezbiyen gibi gibi bu listeyi de uzatabilirim. Susuyorum. Şimdi...
Şimdi bir adama aşığım. İmkansızı oldurmaya çalışıyorum. Bekliyorum. Kendime hakim olmayı öğreniyorum. Heyecanı bir kenara bıraktım, hani şey gibi, unumu eledim, eleğimi astım. Oysaki, daha 24 yaşındayım. Aşık olmak için çok vaktim var. Nah! Yok öyle bir dünya. Durup uzaktan izliyorum. Arkadaşlarım evleniyor lan! Ben çocuk doğurmak istiyorum. Hayatım olsun istiyorum. Annemden, babamdan bağımsız. Hesap vermek değil derdim. Hiçbir zaman bana hesap soran bir ailem olmadı. Haber vermediğimde merak ederlerdi çoğu ebeveyn gibi. Ama "hayır" kelimesini pek duymadım onlardan. 17 yaşımda taksimden sabah 6da gelebilirdim eve. Ya da tanıdıkları bir adamın evinde kalabilirdim. Şimdi....
Şimdi ne aşık olmadığım bir adamın evinde kalmak istiyorum ne de sabah 6'ya kadar dışarıda kalmak. Rakı içelim, muhabbet edelim, rakı masasında dünyayı kurtaralım, olmazsa eski sevgililerimize sövelim. Falan filan... Ama sevdiğim adamın yanına döneyim. Herkes çok aktifsin diyor, çok sosyalsin diyor, ulan hepiniz beni her gün arayıp, beni aramıyorsun diye küfrediyorsunuz, 3 haftadır evden 2 kez iş dışında adım attım. Ben miyim sosyal olan? Aşığım. Acı çekiyorum. Umurunuzda mı? Ne olur olmasın. Artık insanların eskisi gibi umrunda olmak istemiyorum. Şimdi...
Şimdi dinginlik zamanı. Emekli hayatına özenmeye 20 yaşında başladım. 5-6 yaşında büyümeme derdine düşmüştüm. 18'i geçince büyümek zorunda kaldım. 20 yaşından beri de emekli hayatına özeniyorum. Yeri geldi 7 gün çalıştım, yeri geldi yalnızca gezdim - gerçi bu yer yalnızca 3 ay sürdü son 7 yılda ama olsun. Hala lisans öğrencisiyim. Ama yüksek lisans okumayı da hala düşünüyorum. Bir işim var, hep kovulmanın eşiğinde hissediyorum, oysaki insanlar beni sevdiğini söylüyor. Hep bu yalana inandım: "Biz seni çok seviyoruz."
Şimdi...
Şimdi yeter dozda alkol almış bir kadın olarak bağırıyorum, ne olur beni sevmeyin, verebiliyorsanız huzur verin. İhtiyacım olan bu sanırım.

4.10.2011

Platonik Safha


Sanırım hepimiz zamanında platonik bir aşkın içinde çocukça gizlenmişizdir. Hmm.. Başa saralım, çocukken platonik bir aşk yaşamışızdır diyelim. Ama bazılarımız 24 yaşına bile gelse bu platonik safhayla karşılaşabiliyormuş. Bakınız magarica diyerek başlayalım. Türk filmlerini çoğumuz severiz, sevmeyenler varsa onlar da maruz kalmışlardır illa hayatlarının bir yerlerinde. Şimdi bir Türk filmi anlatayım size.

Yıl 1991. Baş roldeki küçük kızımız henüz 4 yaşında. Kayakla tanıştığı o muhtşem günlerde ilk platonik aşkıyla da tanışıyor. Yıllarca “abi, abi” diye peşinden ayrılmadığı o adama yaşı ilerledikçe hayranlık duygusu artıyor. Yıllar geçiyor, ortaokul yıllarında bu hayranlık daha farkına varılacak bir hal alıyor. Daha doğrusu baş roldeki küçük kızımızın farkındalığı arttığı için herkes de biliyor sanıyor. Derken… Derken bu küçük kız ve “abi”nin içinde bulunduğu geniş aileler grubu arasına bir kara kedi giriyor ve yıllarca yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen aileler görüşemez oluyor. Tam 4 yıl sonra bir gün, küçük kız ve “abi” yine o dağda karşılaşıp, 1 gün boyunca birlikte en sevdikleri şeyi yapıyorlar. Tabi ki kayak (gerçek anlamıyla kayak, gülmeyin bu bir türk filmi). Ve küçük kızımızın unuttuğu hayranlık su yüzüne çıkıyor. Derken… O “1 gün”ün ardından 8 yıl hiç görüşülmüyor. Küçük kızımız serpiliyor, büyüyor, tam 24 yaşına geliyor. Yani tanışalı 20 yıl oluyor. Bu arada muhteşem sosyal ağ, facebook sayesinde ara sıra birbirlerinden haber alıyorlar. “Abi” yurtdışında çalışıyor, kızımızsa İstanbul’da bitmek bilmeyen lisans eğitimi alıyor. Bu küçük, bir gün kalkıp “abi”nin ailesinin yaşadığı şehre gidiyor. Arkadaşlarıyla kafa dağıtmaya ihtiyacı var. Kötü günler geçirmiş falan filan. Derken… Derken olaylar beklendiği gibi kafa dağıtma yönünde değil de daha da batma yönünde ilerliyor. Dönmeden önceki son gece artık eşek kadar olan küçüğümüz sinir krizi geçiriyor. Ve arkadaşlarının yanından ayrılıyor. Bu arada bu “abi”nin bir de kız kardeşi var ve küçüğümüz onunla iletişim halinde. Kız kardeş de büyümüş, serpilmiş, hatta evlenmiş çocuk sahibi olmuş. Neyse, son gününü bu eski arkadaşıyla geçirmeye karar veren küçüğümüz bir de öğreniyor ki, “abi” de şehre gelmiş, hatta bu “abi” İstanbul’da çalışmaya başlamış ve aynı gün o da dönecek. Küçükle beraber döneriz diyor telefonda ve küçük kabul ediyor. Bu arada küçük eski platonik duyguları tamamen unutmuş, o günlere gülüp geçiyor kendi kendine. Derken… Derken akşam oluyor “abi” ve küçük karşı karşıya geliyorlar.

İlk an sarılma anı: küçük ayağa kalkıyor, yüzünün kızardığını hissediyor, sarılıyor ve hemen ortamı dağıtmak için bir espiri patlatıyor, “Yaşlanmışsın!”

Yola çıkmadan önce yapılan muhabbetler sırasında küçüğümüz hayranlığını kendi içinde dalga geçerek bastırmaya çalışıyor. Derken… Derken yola çıkma vakti geliyor. Kapıda anne ve babayla vedalaşma töreni esnasında annenin kurduğu cümleye “abi”nin verdiği cevapla, aradaki abi-kardeş faslının sözde son bulduğu anlaşılıyor: Ya anne, ne abisi allasen baksana kocaman olmuş…

Yola çıkılıyor, yol boyu konuşmalar falan filan. Küçüğün zaten çenesi düşük, iyice düşüyor heyecandan, saçmalıyor, derken… Derken İstanbul’a varılıyor. Küçüğü eve bırakma vakti. Arabadan iniliyor, sarılınıp görüşürüz derken… “Abi”miz telefonunu ver diyor. Telefon alışverişiyle gece son buluyor. Küçüğümüz eve çıktığında 11-12 yaşındaki platonik haline dönüş yapmış. Elinde telefon bir bahane buluyor ve mesaj yazıyor. Gelen cevaplar doğrultusunda umutlanıyor. Derken… Derken ertesi gün oluyor. Küçüğümüz akşamı zor ediyor ve yine eline telefonu alıp bir bahane bulup mesaj atıyor. Gelen cevap ve atılan yeni mesaj, derken… Derken cevap gelmiyor. Küçüğümüz kırılan umuduyla yatağına girip yine cenin pozisyonunu alarak uykuya dalıyor. Bütün gece hayat onunla dalga geçiyor, geceleri telefonu hiç çalmadığı kadar çok çalıyor. Her seferinde aynı umut ve aynı düş kırıklığı. Şimdi platonik safhanın içinde, ne bitmek bilmeyen lisans eğitimi için okula gidebilmiş ne de elindeki işte ilerleyebilmiş.

Türk filmleri mutlu sonla biterdi değil mi? Bu filmin de bir devamı olmalı!

“Muhabbet sokağı numara doksan. Boşa mı gidecek bu kadar çaba, içim ürperiyor ya evde yoksan?”